Uncategorized

Hukukun Sınıfsal Çelişkileri

Son dönem tartışmalarında sıkça karşımıza çıkan “hukukun siyasallaşması” ve “adalet krizleri”, yalnızca gündemdeki davaların içeriğiyle sınırlı değil; daha derin bir yapısal sorunlar bütününün dışavurumu. Yargı, egemen sınıfın araçsallaştırdığı bir aygıt olarak işlev gördüğü ölçüde, hukuk da biçimsel eşitlik söyleminin ardında sınıfsal eşitsizlikleri meşrulaştıran bir düzene dönüşüyor. Demokrasi, adalet ve eşitlik söylemlerinin yalnızca sembolik düzeyde kullanıldığı bu yapıda, görünmeyen adaletsizlikleri görmek ve görünür olanın ötesine geçmek hayati önem taşıyor. 19 Mart süreci de bu yapısal meselenin güncel bir yansımasıydı. İmamoğlu için hukuki süreç 19 Mart’ta değil, İBB başkanlığına geldiği andan itibaren başladı. Önce YSK üyelerine hakaret ettiği iddiası ardından Beylikdüzü’nde bir ihaleye fesat karıştırdığı iddiası, Akın Gürlek davası, bilirkişiye hakaret davası, diploma iptali derken en nihayetinde terör örgütü liderliği ve yolsuzluk soruşturması ile tutuklu yargılamaya karar verildi.

Güncel tartışmaların ekseriyeti hukukun siyasallaştığı, bu davaların adalete ve demokrasiye darbe olduğu yorumuyla dikkat çekiyor. Düzenin her öznesine şüpheyle yaklaşanlar olarak yürütülen bu tartışmaya da eleştiriyle bakmak gayretindeyiz. Walter Benjamin, Gershom Scholem’e yazdığı mektupta şu ifadeyi kullanıyor: “Parçalanmakta olan bir geminin yelken direğinin en tepesine tırmanan biri gibi. Ancak bu kişi oradan kurtulmasına yol açabilecek bir işaret verme şansına da sahiptir.” Şimdi direğin tepesindekiler olarak amacımız gemiyi onarmak değil her parçasıyla gemiyi tartışmaya açmak.

Yürütülen tartışmalarda üç konu üzerinde ısrarla duruluyor: hukukun siyasallaşması, adalet ve demokrasi. Hukukun “düzgün” ve “eşit” bir şekilde icra edildiği yerlerde adaletin ve demokrasinin ütopik bir dünya kurabileceği düşüncesinde olanların, Amerika’nın Irak’a ve Afganistan’a girerken de gerekçelerinin “barış”, “demokrasi” ve “özgürlük” olduğu gerçeğinden birkaç sonuç çıkartması gerektiği kanaatindeyim. Sınıfsal konumlandırma, adaletin dağılımını sorgularken onun hangi toplumsal kesimler için bir araç haline getirildiğini açığa çıkarıyor. Burjuvazi kendi adalet fikrinin arkasına durur. Sefil ücretlere çalışmayacaklarını söyleyip yolu kapatan TÜPRAŞ işçilerine, “kanuna aykırı” alınan grev kararına karşı başvurulan hukuk işçilere ağır yaptırımlar uygularken, siyanürlü altın madenciliği yapan büyük şirketler için pek ala “yönetmelik ihlali” sayılır, devlet makamlarınca istihdam sağladığı için minnetlere konu olur. Zaten gördüğümüz kadarıyla hiçbir haksızlık salt kötülükle yapılmaz, kılıcının kını “eşitlik, adalet” gibi kavramlarla süslenir.

Aslolan, hukuk müessesesinde göz önündeki davalar üzerinden retorik cümleler kurmak değil görünmeyeni fark etmek ve tartışmaya açmaktır. Örneğin 15 yaşında çalıştığı işyerinde patlama sonucu ölen Şerafettin Başarır’ın, 17 yaşında inşaatta doğalgaz borusu döşerken yüksekten düşerek ölen Enes Ural’ın, 15 yaşında inşaatın 6. Katından asansör boşluğuna düşüp ölen Alperen Kocayavuz’un, 14 yaşında demir çelik fabrikasında kafasını makineye sıkıştırdığı için ölen Arda Tonbul’un ve 14 yaşında OSB’de kolunu makineye kaptırıp ölen Abdurrahman Özkul’un bizzat hukukun izin verdiği MESEM uygulamasında lise sıralarında değil inşaatlarda sanayilerde asgari ücretin üçte biri oranına çalıştırılıp katledildiğini görmezseniz, İmamoğlu’nun diplomasının 30 yıl sonra iptal edilmesine hayretle bakarsınız. Asıl olması gereken yargı sisteminin yeniden düzenlenmesi, liyakatli kadroların oluşturulması değil, hukukun tam da siyasal olduğu noktaya temas edip sermayenin hukukundan halkın hukukuna geçişini düşlemektir.

Kabaca, şu ayrımı görmek, hakkaniyet duygusunu kaybetmemiş insanlar için, sorgulamaya yetecektir: annesinin kanser ilaçlarını almak için üçyüz bin TL çalan ile tapu tescilinde fiyatını düşük göstererek üçyüz bin TL vergi kaçırana, hayatını gettolarda geçirip uyuşturucu kullanan çocuk ile lüks araçlarda pudra partileri verene uygulanacak yaptırım aynı olmayacaktır. İşçi sınıfı ile kapitalistler arasındaki formel hukuksal eşitlik pratikte karşılaşılan ihtilafları da görünmez kılıyor. Kabaca salt vatandaş olmasıyla aynı normlara tabi olduğumuzu düşündüğümüz sermayedarların en güvenceli alanı da hukuktur. Genel anlamda hukukta mutlak bir sınıf yanlılığı olmamasına karşın, hukuk, belli derecede gerçek bir tarafsızlığa sahip olması dolayısıyla, kapitalizmin ve egemen sınıfın bir savunusu olarak oldukça etkilidir. Öte yandan hukukun egemen sınıfa karşı takındığı eşitlikçi tavır tam olarak araçsal kullanımında fayda gördüğü şiddet tekelinin sonrasında adaletsizliğe uğrayanlar tarafından -Badiou’nun deyimiyle- kendine özgü hissi olan ıstırap ve isyan ile kullanılmasından korktuğu içindir.

Hukuk, işçi sınıfına belirli haklar tanıyarak, bu sınıfın hukuku devrimci bir araç olarak kullanmasını engeller. İşçiye grev hakkı verir, ancak grev kırıcıları meşrulaştırarak bu hakkı kontrol altında tutar. Grev, hukuki olarak meşru kabul edilir, ancak polisin grevcilere saldırması da hukuki olarak meşru görülebilir. Hukuk, hangi şiddetin kabul edilebilir olduğunu belirleyerek sınıf savaşımını yönlendirir. Dolayısıyla burada devletin de hukuka uygun şeyler yapması gerektiği fısıltısı kulağımıza gelir. Ona denmesi gereken: devlet hukuka uygun bir şey yapmaz, devletin yaptığı şey zaten hukuktur.

Hukuk ile toplum arasında araçsal bir ilişki vardır. Reiman, Pirus Zaferi ve suç ceza teorisi adını verdiği teoriyi The Rich Get Richer and the Poor Get Prison kitabında şöyle açıklar: “ceza yargılaması sistemimizin amacı, suçu ortadan kaldırmak ya da adaleti sağlamak değildir; Amerikan halkına yoksullardan gelen bir tehdit olarak görünür bir suç tehlikesi imgesi yansıtmaktadır” yoksul mahallelerdeki yüksek suç oranının ortadan kaldırıl(a)mamasının sonucu da yoksulluğun süreğen hale gelmesi ve halklar için bir tehdit öznesi olarak görülmesidir. Bunu desteklemek içinse mahkumları yeniden topluma kazandırmaya, rehabilitasyona yönelik uygulamalardan çok, toplum dışına itip şiddete sürükleyecek aşağılamanın, sicillerinin iş görmeye engel oluşturacak şekilde düzenlenmesinin ve tutuklu bulunduğu süre zarfında agresif şiddet edimleriyle karşılaşmasının suça yeniden sürüklediğini söyler. Dolayısıyla suçlu, topluma kazandırılma amacını görmeksizin kendi mahallesinde hapishane deneyimini idealize edecek ve bir apolet olarak görecektir.

Bu örnekten hareketle Danny Dorling’in Prime Suspect: Murder in Britain makalesinde savunduğu görüşle bitirmekte fayda var. İngiliz cinayetlerinin genellikle yoksul bölgelerde yaşayan genç erkekler tarafından işlendiğini ve kurbanların da büyük ölçüde diğer erkekler olduğunu gösteren Dorling, yoksul bölgelerde artan cinayet oranıyla 1981 yılından başlayarak Thatcher iktidarı süresince yaşanan yıkım arasında bir bağlantı kurarak, işlenen cinayetlerin büyük çoğunluğunu bıçaklı, şişeli kavgalar içerdiğini ve aşın taammütten ziyade es kaza gerçekleştiğini belirtir. Şu hâlde, bireysel sorumluluklar konusunda fazlasıyla kaygılanmak yerine, birinci derecede zanlı olarak, Thatcher ve onu iktidara getiren siyasal süreci sorgulamak durumundayız.

*Bu yazıya Polen Dergi’nin 15 sayısından ulaşabilirsiniz. (POLEN DERGİ – polenekoloji.org %)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir